Asık Suratlı Kız

 Her şey aniden gelişti. Önemli olan bütün gelişmeler de böyle olurdu. Düşüncelere hiçbir zaman yer olmamıştı. Bir düşünmeye kalksan hayatın bitiyordu. Yer olsaydı ne olacaktı sahi? Acizliğimizle gurur duyacak kadar öngörülü ya da korkaktık. Onurlu ya da yetim. Bütün hatrına konuştuğum laflarım, sözlerim, jestlerim de bu kadardı. Ben vermeden alıyordum bundan sonra. Kitaplarımı okuduğumda söz veriyorum daha fazlasını vereceğim.


Bu raddede kimse kimseyi anlayamaz. Anlasaydı da yanlış anlardı. Yanlış anlamasaydı da umurunda olmazdı. Neden Selen, Harun, Kerim ve Aybüke, hepimiz yaşlananlara gülmüyoruz? Onlar gülüşlerimizi yanlış anlamazlar. Hakan’a ne demeli, işgal ettiği bütün dört harfe? Bir tane de fazlaydı Hakan. Bir tane fazlalara bir şey denemezdi. İstediği mağazadan paltosunu alıp çıkabilirdi. Bir namluya bile hükmedebilirdi. Silah günüydü Hakan için! Herkesin saati, günü vardı. Osmanların günleri kan kusmaktı, bazen de kustuğunu geri yutmak. Aybüke’ler oğlanlara tokat atmaya çalışabilirdi. Ya da örgü örerlerdi. Selena’lar televizyona çıkar, hava durumunu seyirciye sunardı. Kameraya tebessüm ettiğinde, Selena’lar olmuş demekti. Olmuş olmak da epey zordu, olduklarını belli etmeleri adına hep: “Oldum olası,” diye başlamak gerekirdi cümlelere. Gerekmiyorsa da beni gösterebilirdiniz suç bunda diye.


Anne, ben daha iyiyim. Artık ocağı söndürmeyi unutmuyorum. Kıyafetlerim orada burada değil. Zamanında kalkıyorum kahvaltıya. Ablam da iyi, onu da üzmüyorum. Bana kızdığı oluyor, endişeleniyor. Sen de hep onun gibi endişelenirdin, ya da o sana baktıkça nasıl endişeleneceğini bildi, hangisi bilemiyorum. Fakat üzüldüğü yok ortada, sevgiden endişeleniyor. Evden çıktığım gün sayısı arttı. “Hiç bir dışarı çıkmıyorsun!” derdin. Artık bir çıkıyorum. Beni biliyorsun, orada burada sürtmüyorum desem bana ilginç bakarsın. O yüzden sürtüyorum. Bazen ağzım burnum yamuluyor, bazen kalbim. Dışarısı neredeyse içerim kadar kasvetli, o “Ne güzel hava bugün.” dediğin günlerde bile. Daha ne kadar dayanırım bu işkenceye bilemiyorum.


Haksızdın. Bu günler hiçbir şeyi değiştiremez. Günler ne zaman bir şeyi değiştirdi en son? Belki yılı değiştirir, yaşımı, yaşını, başım aynı kalır. Baş yerinde kaldığı sürece yaş ancak başı güçlendirir. Burada olsan “Olur mu öyle şey canım?“larından bir tanesini söylerdin bize. Her mantığa kafa tutardın. Öyle şeyler de olmazdı o zaman. Şimdi bana bıraktığın tek vasiyet bu mezar taşına yazılmış İyi bir şair ve İyi bir Anne yazıları ve altında en iyi yazdığın olduğunu iddia ettiğin şiirin. Müziğe hep bir kayıtsızlık besledin. Ne dinlesem anlam veremiyordun. ”Bu gürültünün nesi güzel?“, şimdi o gürültü olmasa da olur ince sesini duyamıyorsam. O şiiri de ezberledim artık. Çok uzun zamandır yoksun, belki farkında değilsin, söyleyeyim dedim…


Ne kadar yorulsam da yolum hep anneme düştüğü için kendimden biraz daha nefret ettim. Daha fazla laf etmek mânâsız geldi, orayı bir kez daha, her gelişimdeki benzer duygularla terk ettim. Bir bakkala gazate almak için girdim. Haberlere bakmayalı haftalar oluyordu. Eskiden kaçırılma, öldürülme, soygun haberleri yaygın olduğundan okuması bayat gelirdi, lakin hayattan kopuktum ve her gün cahilliği yüzünden küfür yiyen bir başka insandan biri olmamalıydım. Yaşadığımı iddia etmiyordum fakat bu gerçek ölümüm demekti. İlk sayfa siyasetti. Siyasetten hiç haz etmezdim ve şimdiden alıp okuyor oluşuma yakınıyordum. İkinci sayfayı da gereksiz mahkeme kararları ve isminin sadece ilk harfinden tam halini çıkarmamam gereken insanlar kaplamıştı. Bu durumda hep isimlerini tahmin etmeye çalışırdım. Hızla sayfaları atlarken üçüncü sayfayı gördüğüm anda buz kesildim. Ellerim titriyordu. En sevdiğim sanatçılardan biri olan Dase öldürülmüştü! Bundan daha evvel de müziği bıraktığını açıklamıştı Dase. Meğerse katil zanlısı tam da bu yüzden öldürmüştü Dase’yi. Müziği bırakmasına dayanamamıştı, onunla konuşup anlaşmaya çalışmış, başaramayınca ve üstüne Dase’nin “Prangaları yakaladığınız avlara vurun, ben özgür kalmayı yeğlerim!” demesi üzerine adamın feri dönmüş, bir daha bu fırsatı eline geçiremeyeceğini anlayıp orada canına kıymıştı. Yanında onu takip eden birisini istemiyordu çünkü Dase eline her fırsat geçtiğinde özgür kalmayı her şeye bedel saydığını vurguluyor ve koruma olarak sadece tanrıyı benimsediğini ileri sürüyordu. 

Dase sıradan bir ailedeki tek çocuktu. Sıradan biri olmadığına şaşıranların miktarı azımsanacak gibi değildi fakat insanoğlu delirmeye yatkındı, sıradan ve olaysız bir çocukluğun verdiği sakinlik kolayca bozulabilir ve yerini boynuzlarını topluma bileyen bir şeytana bırakabilirdi. Yine de şeytanlarla yakından uzaktan alakası yoktu. Olsa olsa bir zebranın siyah, beyazlığına sahipti. Olay yeri incelemenin verdiği rapora göre bir kuyumcunun önünde Dase ve katil zanlısı ilk kez karşılaşıyor ve 14:32’de katil zanlısının polisler gelene kadar hala bıçakladığı Dase’nin ölü bedeni yetkililer tarafından bulunuyor, 46 yaşındaki S. C. kasten cinayet suçundan yargılanmayı beklemekte.  

Hayattan, politikadan, gereksiz konuşmalar ve mırıltılardan, gereksiz insanlardan, iri kıyım egolardan, üçüncü tekil şahıs kişilerden ve daha epey uzun bir liste şeyden nefret ettim. Fakat her zaman en çok nefret ettiğim şey nefret edebileceğim bir yaşam sahibi olmaktı. Sadece benim yaşamım da değildi, herhangi bir yaşamdan da nefret edilebilirdi. En nefret ettiğim kısmı da buydu. Bakış açısı şişman kısımlarının içine gömülmüş birinin asla yaşayamayacağı türden bir nefretti benimkisi. Herhangi bir şeyin biraz bile bir anlamı olsaydı belki nefret de var olamayacak kadar tehlikeli olurdu.


Uzakta bir çocuğun etrafındaki kişilerle konuşup bir mendili elinde salladığını gördüm. 


- Abi, bir tane mendil alır mısın lüffen?


Çocuğun yüzündeki masumiyet su kadar tertemizdi. Yüzü belki o kadar değildi, parmak uçlarıyla tuttuğu mendil paketini bütün kalbiyle de tutuyordu. O da büyüyüp ticarete atılmak istemişti. Fakat bilmiyordu ki büyüyen herkes küçülmeyi düşlerdi ve bu dünya büyükleri un ufak edecek kadar büyük, küçüklere mendil sattıracak kadar küçüktü.


- Sen kaç yaşındasın?


- Abi, bir mendil abi lüffen.


Mendili aldım. Parayı da verdim. Mendiller paraylaydı. Sadece beş liraydı bu mendilli masumiyet. Banktan ayrıldım, gazeteyi paramparça bir şekilde çöpe bıraktım, Dase'yi, siyaseti ve masum çocuğu unuttum. Bundan fazlasını da yolda unuttum. Komiktir ki unutmaya meyilliyiz, en son ne zaman bir şeyleri hatırlamak istediğimi bilmiyorum. 



  Fabrika bacaları yanıyor, külleri gençlik denen tablanın ağzına fiskeleniyordu. Elektrik direklerini fransızların icat ettiğini sandığımdan beri neden ağlarının içinden voleybol topları geçer anlam verebilmiş değilim. Bizi zehirleyen hükümet aynı zehirli elleriyle OKSİJEN adlı bir tesis inşa etmiş. Benim ismim herhangi bir şey olabilir bundan sonra. Yaşlı bir ninenin son sevişmelerine tanık oluyorum. Niçin roman yazmaya başladığımı bile bilmiyorum. Güç anahtarı sökülmüş bir makine gibiyim. 


Anne dayanamıyorum artık, her mezarına geldiğimde daha da özlem içerisinde ayrılıyorum toprağından. Bir tek sen orada kalma cesaretini gösterebiliyorsun. Toprağa verdiğimiz gün seni sevgimle gömdüm. Üstüne bana öğütlediğin en basit öğretileri koydum. Hiçbir şey seni geri getirmeyecek biliyorum. O halde ben geleceğim yanına. Bekle beni. 


Kaya sivilceli dereye gökyüzü kaplı köprüden bakıyorum. Hayat şimdi tek boyutlu. Yapmak ya da yapmamak. Ben sadece bir ayrıntıyım. Fakat insanlar ayrıntıları esirger diğerlerinden. Ben arkadaşınıza anlatmadığınız o sırrım. Köprünün ayaklarına çıkıyorum. Şimdi eğlenceli kısım. Burada cereyan ediyor bütün hayat. Birazdan geçmiş zaman olacağım, insanların vah vah dediği başka bir ölü yol hayvanı. Unutmayın yine de, ben ne kadar ölü bir ceylansam siz de o kadar hayvan leşisiniz. Yaşam belirtileri çoğu zaman noksanır veya normal görülür. Kendi için iyi olana odaklanan bir öküzdense ölümünün farkında bir boğa olmak isterim. Tam da bu yüzden tırmandım bu okyanusa. İnsanlığa boğulabilmek, bir nebze karın ağrısı sahibi olabilmek için. Kasım kasım kasılmak istiyorum! Şu an benden daha canlı hiçbir şey yok. Ölmekten daha bencil ve isyankar bir karar bilmiyorum. Hayatımın tek iyi kararını alıyorum. 


İçimden dini bir alışkanlıkla şehadet gelir gibi oluyor, sonra tanrının beni hiç mi hiç sevmediğini ve cennetine de büyük ihtimalle giremeyeceğimi hatırlıyorum. O da epeyce insan çok bahsetmese de. İnsanlar genelde sayı mı sayıyor bu durumlarda? 3 2 1 mi demeliyim yoksa 1 2 3 mü? Sanırım ilki daha karamsar kararlar için kullanılıyor. Geri sayıma başlayacağım sıra gözüm karşı köprüye dalıyor. Bir kızın silüeti beni gözlüyor, duruşu sanki "haydi atla" der gibi. Beni izlediğini gördüğüm anda kafasını çevirişinde bir tür hayal kırıklığı yatıyor. Kırıklıklarını da alıp köprüden gidiyor. Afallıyor ve nereye gittiğini merak ediyorum. Gözlerim kızı ararken hiçbir yerde olmadığını fark ediyorum fakat köprünün sonunda bir restaurant bulunuyor. Haliyle tek çarem de oraya girmek oluyor. İçeri koşa koşa giriyorum ve bütün restaurant siyaha boyanmışcasına karanlık, hiçbir şey seçilmiyor. Tek görebildiğim küpelerinin yansıttığı ışık kırıntısı. Ansızın önümdeki boşlukta bir perde aralanıyor, bir kızın üstüne sahne ışığı adeta ışıltısından beslenmek için düşüyor. Kızın önündeki mikrofonla sevişmesini bekleyen seyirci bir yandan ellerini kızartacak bir alkış tutuyor.


-psikolojiyle ilgiliyim

-kestik psikolojiye ilgiliyim diyeceksin

-neden ne farkı var ki

-kestik yönetmen biraz kötü oynadı sanki

-kestik ikinci yönetmen eliyle burnunu karıştırdı

-kestik üçüncü yönetmen neden bunu söylüyor ki?

-neden bu kadar çok yönetmenimiz var? ayrıca madem bu kadar bütçemiz var neden benim evimde çekiyorsunuz filmi? İhsan neredesin sen, İhsan!


ihsan şaşırıyor doğrusu

Yorumlar

Popüler Yayınlar