Osmanın Rüyası
Yüzüme vuran serin rüzgardan hep nefret ettim. Bana başka türlü hayatları anımsattı. Kavgaların olmadığı sadece sıcak ekmeklerin bölündüğü, anne babaların tek derdinin çocukları olduğu bir hayat. Ya da işleri tıkırında bir restoranın baş şefinin tatlı stresini ya da çalışanlarına empoze ettiği disiplini. Hiçbir zaman iyimser biri değildim, rüzgarların telkiniyle bile olsa alışkanlıklarım her şeyimdi. Yaşamaya alışamadım hayatım boyunca. Kahverengi hayatlarda hep görülen bir çeşit çaresizlik bulunurdu. Benim hayatımsa kırmızıdan ibaretti. Tek gördüğüm kırmızıydı.
Beni gördükten sonra usulca bana doğru yaklaştı, önce bana sonra mezara sonra da denize baktı. Çok konuşkan değildi. Ben de öyle sayılmazdım. Kelimelerin yerini duygular aldığında kelimeler ucuz sakızlar gibi kalıyordu, bir süreden sonra tadını kaybediyordu. Ne için geldiği de hemen hemen belliydi, konuşulmayan bin şeyden sadece biriydi bu, evin içine geçtik. Biraz konuştuk, biraz sustu, bu sıra sende demekti. Ama konuşmanın bir manası yoktu, anlaşılmaktan daha aciz bir şey aklıma gelmedi o anda. Birileri beni anlıyorsa bu bir konuşmayla aynı acizlikteydi, benim de onları anlama sıram demekti ve sıra bendeyse ama ben anlayamamışsam, anlamayı bırak sıramı bile kaçırmışsam, içimden havlamışım, dışımdan havlamışım ne fark ederdi? Bir şey demedim. O da soyundu. Göğsünü elime yasladı. Bütün bunlar olurken de sürekli gülümsedi.
Bir süre sonra gitti. Neden geldiğini sorgulamak istedi canım fakat içten içe zaten bildiğim bir şeydi. Bu da gün içerisinde hatırlamaya uğraşmadığım bin şeyden biriydi. Sabaha karşı bir kız öldü. Sonradan öğrendim. Polisler geldi.
…
-…Mehlika hanım bulmuş, pembe güller varmış etrafında. En son senin satın aldığını söyledi doğru mu?
-Doğru başkomiserim, annemin mezarına almıştım.
- Bak Osman, delikanlı birine benziyorsun, buradakiler sana göre tipler değildir, gerçek suçlulardır. Söylemediğin bazı şeylerin olduğunu biliyorum. Belki kendini koruyorsun belki başka birini fakat bizim için fark etmez. Bir genç kız evinin önünde öldü ve bütün deliller de seni gösteriyor. Bize yardım edeceksen şu an tam zamanı, pişman olmanı istemem.
- Başkomiserim benim bu olayla alakalı bir şeyler bildiğimi düşünmeniz gayet-
- Sadece düşünmüyorum, biliyorum. Suçlular diğer insanlar gibi değildir, bir garip kokarlar. Senin bu koku her yerine sinmiş. Bir ihtimal bu işle bir alakan yoktur ya da paçayı sıyırırsın ancak suçlu olduğunu biliyorum. Çıkabilirsin Osman.
“Sen artık bir numaralı şüphelisin Osman. Bu özel bir şeydir, tadını çıkar. Hep suçlu hissetmez miydin? Şimdi onlar da bunu hissediyor. Haksız da değiller. Her şey senin suçun. Polisler de anladı bunu artık.”
- Doktor hanım tam şurası
- Sağ kulak… bakalım.
- Sesler hiç susmuyor. Sürekli bir ses duyuyorum.
Doktor, hastanın kulağının içine ihtiyatlı bir şekilde baktı. Kulak zarının ardında minyatür bir tüplü televizyon ve de aynı ebatlarda bir kanepe. Beyin mayışmış, bir televizyon programı izliyordu, duvarlarda yağlı boya kalp portreleri vardı. Pek de eğleniyor gibiydi. Doktor gördükleri karşısında irkilmekten geri duramadı. Beyin konuştu.
- Ne var tanrı aşkına? Bir televizyon izletmediniz! (söylenir).
Beyin kanepenin üstüne televizyonu bir hışımla koyup aynı sinirle paltosunu giydi ve kulağın iç kısımlarındaki kapıdan çıktı. Az önceki oturma salonu artık bir kulak anatomisini andırıyordu.
- Hah durdu. Çok sağ ol doktor hanım Allah senden razı olsun.
- Babaanne ben geldim.
- Oğlum hoşgeldin babaannen kurban olsun sana. Ne yaptın, nasıl geçti okul?
- Babaanne ben okumuyorum.
- Nasıl, okulu mu bıraktın?
- Üniversiteye gitmedim.
- Olur mu öyle şey ya….(Kendi kendine söylenir)
Babaannem oturma odasında bir şeyleri hatırlamak için bulmaca çözüyordu, ben de unutmak için odama gidiyordum, hangimizin durumu acıklıydı bir anlığına karar veremedim. Müzik dinlemek için plak koleksiyonumu karıştırmaya başladım. Uzunca süre biriktirdiğim plaklarım tek hobimdi ve onlar da olmasaydı kafamla yalnız kalacaktım ve bu istediğim son şeydi. Uzun bir düşünmeden sonra Mac Demarco’nun This Old Dog albümünü pikapa yerleştirdim. O daha çok küçükken onu bırakan babasına sitemini, melankoli ve hissiyatsızlık, yaşlanma ve öz eleştirinin de barındığı bir albümle ifade etmişti. Bu albümle Mac’e daha da saygıyla bakıyordum. Duygularıyla yüzleşecek kadar cesaretli ve sorunlarını dinletecek derecede yetenekliydi. Yorgunluğum asla geçmezdi lakin biraz fazla yorulduğumu fark ettim. Uzanmaya karar verdim.
aniden dışarıdan bir tıklatma sesi duydum. Dışarıya bakmak için camdan kafamı çıkardım. Önlüklü bir adam bana bakıyordu ve elinde de birkaç çakıl taşı vardı. Beni gördüğünde taşları elinden yere bıraktı ve elleriyle gel dedi. Dış kapıya çıktım ve adama doğru yürüdüm. Feri gitmiş gözler ve öforik bir gülümsemeyle baktı. İçinden her şeytanlık geçiyor da sadece dışı insanmış gibi bir görünüşe sahipti. Her şeyi minyatür yapabilecek kadar uzun boyluydu. Kilosu da boyuna endeksliydi. Elinde poşet, beni bekliyordu, konuşmaya da haliyle o başladı.
- Benimle gel
Neden bilmiyorum ama bu emire uymak istedim. Belki de hayatımda kimseden emir almamanın getirdiği yorgunluk ve çaresizlikten. Ne olacağını pek umursamıyordum. Ölme ihtimalim bile vardı fakat belki de istediğim buydu. Ucuz bir ölüm.
Yürüdük. Sonra biraz daha. Doktor kılıklı adam gerçekten garip yürüyor ve her 5 dakikada eline bir lolipop alıp bitene kadar ağzından çıkarmıyordu. İkram etti, almadım. Şeker sevmezdim. Acı tercihimdi, beni ihmal etmeyen tek şey oydu. Nihayetinde bir apartmanın dış kapısının önünde durduk, cebinden en az 5 anahtarın bulunduğu bir anahtarlık çıkardı ve hepsini denemeye başladı. Anahtarlardan biri doğruydu ve kapıyı açtı. O kapı da aralandı ve artık bana gel demesine gerek yoktu. Buraya kadar geldiğime göre sıkılmıştım ve takip etmeye devam edecektim, o da bunu anlamıştı. Tek emin olduğum şey ikimizden biri ölecekti. Olması gereken de tam olarak buydu. Apartman kapısından içeri girdim. Asansöre bindik ve asansör dördüncü katta durdu, kapısında 17 yazan dairenin önünde durup düzine anahtarın içinden doğru olanı bulmaya çalıştı. Yakın zamanda buraya girmemiş olacaktı ki hem dış kapının hem de iç kapının anahtarını bulması epey sürdü. İçeride boş alkol şişeleri, ortaya monteli bir masa ve dört tane metal sandalyeden başka mobilya sayılabilecek bir şey yoktu. Odanın tek dekoru absolut şişeleriydi. Sandalyeyi gösterdi ve ben oturana kadar oturmadı. Masada elle kolay kavranamayacak kadar kalın bir a4 tomarı vardı ve görünüşe bakılırsa sayfaların hepsi doluydu. Bacağıma boş bir vodka şişesi değiyor, boş olmadığını kıyafetlerime kanıtlıyordu. Bir süre suratımı izlemekle yetindi, ardından sayfaları gözümle incelediğimi gördü.
- Baktığın şey bir hayal. Uzak bir tanesi ama bir zamanlar yazmayı denediğimi unutmak istemedim. Oku derdim ancak ikimiz de o kadar zamana sahip değiliz. Biliyorum buraya gelirken çok şey sordun ve düşündün kendi kendine. İlk merak ettiğin şey bir doktor olup olmadığım. Bir psikiyatrım. Aslında buraya gelmemizin sebebi de bu. Sana bir teklifte bulunmak istedim. Elimdeki bu poşeti almanı istiyorum. İçindeki ilacı çıkar ve bir göz gezdir lütfen.
Poşetin içindeki lolipoplar dışında bir tane de ilaç şişesi ve içinde de bir tek ilaç. Şişenin üstünde ismim yazılı.
- Ben seni tedavi etmek istiyorum Osman. İçinde seni yiyen bir canavar var biliyorum. Her davranışını eleştiren, seni her davranışında çiğneyen ve bütün yutan. Eğer bu böyle devam ederse rolleri değişeceksiniz. Canavar sen olacaksın. Hemen karar vermek zorunda değilsin, sadece bu şişeyi yanında bulundur ve zamanı geldiğini düşündüğünde iç.
Erdemden bahsediyordu, şişeyi cebime koydum.
- Peki ya-
ÇAT
Silah sesi kulaklarımı çınlattı. Kendime gelmem biraz zaman aldı. Doktor yerde yatıyordu, beni dairenin boğucu sessizliğiyle baş başa bırakmıştı. Susadığımı fark ettim. Günlerce su içmemiş gibiydim. Mutfağa gittim. Şişeler mutfağı da süslemişti. Lavabo yoktu, tezgah nispeten temizdi. Buzdolabını açtım ve içinde su bulmayı umarken sadece dolu bir absolut şişesi ve tavşan motifli bütün bir pasta buldum. Buzdolabını kapatırken kapıdan birinin bana baktığını gördüm. Yüzünde tavşan baskılı bir maske vardı. Üzerime doğru yürüdü ve uzun boyuyla bana yukarıdan baktı, kenara itti ve pastayı iki eliyle sıkı tuttu. İki elinde de beyaz eldiven birinde de bir bıçak vardı. Pastayı tezgaha koydu, gözümün önünde kesti ve yemeye başladı. Büyük ısırıklarla pastayı takip edilemeyecek hızda yiyordu. Yerken tuhaf sesler, inlemeler çıkarıyordu. O kadar zevk alıyordu ki elleri kasılıyor, kamburunu çıkarıp duruyordu. Pastayı afiyetle yedi ve geldiği yönden geri gidiyordu ki doktoru aldı, sırtında taşıyarak dışarı çıktı.
Yorumlar
Yorum Gönder