Samsun'da İlginç Bulduğum Fakat İlginç Olmayan Bir Olay
Geçen gün tramvayda çok ilginç bulduğum bir olay oldu. Ama bu olayı anlatmadan önce “geçen gün” lafının ne kadar gerisini işaret etmesi gerektiği hakkında konuşmak istiyorum. Aslında konuşmak istemiyorum, bilmek istiyorum çünkü gerçekten ne kadar uzağı işaret eder bu söz bilemiyorum. Tek bildiğim şey geçmiş güne ait bir söz olduğu. Birkaç gün önce türü bir laf da söylenebilirdi zor kalındığında, neden böyle bir söze gerek vardı ki? Belki de geçen yıl yaşadığım bir olayı anlatacaktım, sonuçta geçen yıl da geçmişteydi, bunu bilmek çocuk işiydi. Yine de vardı işte, bunu sorgulamanın da bir anlamı yoktu ama ben çoktan sorgulama işinin ortasındaydım. Neyse ki kendi aksiyonlarımı kontrol edebilecek iradeye sahiptim(!).
Her şey üniversiteyi kazanmamla başladı. Samsun Mütercim Tercümanlık bölümünü kazanmış mutlu bir şekilde çıkmıştım yola Samsun’a. Anneme veda edip babam ile kalacağım yurda yola koyulmuştuk. Yolun yarısından çoğunu gitmiştik ki arabadan garip bir ses gelmeye başladı, babam da bunu duyup biraz endişelenmişti. Sonuçta on yıllık bir arabadan bu tür sesleri beklemek bir hayli normaldi ama yolun tam ortasında olması biraz korkutucuydu. Bir kilometre daha gittikten sonra araba ani bir ses çıkardı ve titredi, babam bunu gördüğü anda yana çekip arabanın kaputuna baktı. Biraz baktıktan sonra triger kayışının (o anda hiçbir fikrim yoktu ne olduğuna dair) koptuğunu bana anlattı. Anlamama gerek yoktu, bu kötü bir şeydi bariz, ben de bu durumu kabullenip babamla birlikte beklemeye başladım. Bu sırada da babam bir çekici arıyordu. Birkaç arama ve pazarlıktan sonra bir çekici Çorum’dan gelip bizi aldı, bir saat bir yolla Çorum’a gittikten sonra (dört kişi ön koltuklarda gitmiştik ve sıkışmaktan bacaklarım uyuşmuştu) tamirciye arabayı bırakıp terminale gittik. Terminalden iki saatlik bir yolla Samsun’a geldik ve şu anda bu yazıyı yazdığım yurda yerleştim. Şimdi sorun burada başlıyor.
Samsun hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Tamam yalan söylemeyeyim bir şey biliyorum. Atatürk’ün Kurtuluş Savaş’ını başlatmak için milleti ayaklandırdığı ilk yerdi burası. Hayal edemediğim bir azim, gayret ve öngörüyle kendi ülkesini savunmuştu ve bunu ilk kez buradan yapmıştı. Kendimi onun yerine koymuyor değildim, tabii ikimizin de mavi gözlü ve sarışın olmamızdan başka hiçbir alakamız yoktu. Ne yapıp edip bu bilmediğim şehirde yaşamayı öğrenmem gerekiyordu. Bu da en iyi yaşayarak öğrenilebilirdi, ben de öyle yaptım. Geldiğim ilk iki gün derslerimin yarısını kaçırdım, (ilk gün hepsini kaçırmıştım üniversiteyi bulana kadar) ben de kütüphaneye gitmeye karar verdim. Bu kararım çok içtendi bunu şimdi anlıyorum, her günün sonunda kütüphaneye gitmek benim bir ritüelimdi. Gittiğim ilk hafta bir ayda hatta iki ayda okuyacağım sayfa kitap okudum.
Gün geçtikçe öğreniyordum. İlk iki gün takip edeceğim güzergahı öğrendim (iki taşıtla gitmem gerektiğini sanıyordum, alt yoldan bir taşıtla gidebiliyormuşum). Bir sonraki ise nasıl otobüs kartı alabileceğimdi. Bu benim iki günümü aldı ve hafta bitmişti bile. İtiraf etmeliyim ki bana yabancı şeylerde hiç iyi değilim, Samsun Kart çıkartabilmek için (kendi kartlarına isimlerini vermişler neden bilmiyorum) bir saatlik bir sıra beklemem gerekti. İlk gün bu sırayı bekledim ama vesikalık bir fotoğrafım olmadığı için geri yollandım, ertesi gün de yakındaki bir kırtasiyeden rastgele bir fotoğrafımın çıktısını alıp götürdüm ve şu anda kartımda rastgele bir fotoğrafım görünüyor, neyse ki bununla birlikte öğrenmem gereken her şeyi öğrenmiştim.
Gelelim kart çıkartmadan önce nasıl okula gittiğime, nihayetinde 5 gün kartsız okula gitmiş, geri gelmiştim. Şöyle ki kartın yoksa tramvaya basabileceğin bir tür kart sistemi yoktu İstanbul’daki gibi, o yüzden insanlardan kartlarını ödünç almayı istemek zorundaydım. İlk günler çok da sorun değildi fakat bazı insanlar paralarını geri almak istemiyordu tramvaya benim için kullandıklarında. Bu bana çok garip gelmişti. Yani ben sana diyorum ki paranı bana ver ben de sana geri vereyim, sen diyorsun ki hayır param sende kalsın. Bu çok akıl almaz bir şeydi, kim yapardı ki bunu. İlk gördüğümde tek bir kişiye özel bir davranış sandım ama değilmiş, birçok kişi bunu yaptı ve bu çok ilginçti. Bundan sonra ne yapmalıydım ki, nasıl geri ödeyebilirdim borcumu? Bu öyle bir hırsızlıktı ki çalınan da çalan da tek kişiydi, bir tür büyüydü sanki. Böbreğini verse insan anca ödeşirdi sanırım. Daha gencim böbreğim bana lazım olur diye geçirdim aklımdan ama ortada hazır bir hastahane ya da doktor da yoktu ya zaten, hepsi benim eğitilmemiş aklımdaydı. Yine de bu ilahi yardımı bir şekilde geri ödeyebilseydim hoşnut kalırdım doğrusu.
Yorumlar
Yorum Gönder